Akçaabattan sonra yolumuza Trabzon merkeze giderek devam ettik. Trabzon maalesef hayal kırıklığı yaşattı bende. Güzelliğine güzel ama İstanbul'un kalabalığından, gürültüsünden, trafiğinden kaçmış birileri için çok uygun değil. Neredeyse İstanbul trafiğine yakın trafiği ve kargaşası vardı. Yada bana öyle geldi bilemiyorum. Ama biz birde bu şehre tepeden bakmak istedik ve Boztepe'ye çıktık.
Boztepe de gezinirken karşılaştığımız bir tur firmasının rehberiyle biraz sohbet ettik. Trabzonda Sümela Manastırı ve Uzungöl dışında nerelere gidilir? Hangi yaylalarda şenlik vardır? diye sorduk. Sağolsun birkaç telefon trafiği sonrası bize Akçaabat-Düzköyde bulunan Haçka Yaylasında şenlik olduğunu söyledi. Kaçar mı? Hemen döndük tekrar Akçaabat'a:) Ömründe ilk kez yaylaya çıkacak biri için yol muhteşemdi. Virajlı yolları aştıkça havanın daha da serinlemesi, bir müddet sonra bulutlarda aynı seviyede gitmek...
Karadeniz'in hemen her şehrinde var bu dağ tepelerinde evler. Ve insan hayret ediyor, orya malzemeleri nasıl taşımışlar? İş makinaları nasıl girmiş? Yada iş makinası girmediyse temel nasıl atılmış? Biz bu dağ tepelerinde ki evleri izlerken bir yandan bunu düşünüp, bir yandan da oralarda yaşayanları çok kıskandık! Burada insanın tek derdi hava-su oluyor. Hava biraz soğuk, sıcak, açık, kapalı. Yağmur az yağdı, çok yağdı. Haa bir de hayvanlarınız varsa belki onların yavrulaması yada hastalıkları... Ne kadar güzel sade ve huzur içinde bir hayat!
Yardımcı olan tur rehberi bize Haçka Yaylasında şenlikler olduğunu söylemişti. Bir nevi doğru ama aslında burada yapılan şenlik değil bir anma töreniymiş. Bu köye zamanında imam olarak gelmiş dönemin evliyalarından olan "Haçkalı Hoca"yı anma merasimi. Burada Kur'anlar okunmuş, ilahiler söylenmiş, Mehter takımı çıkmış ancak biz maalesef geç kaldığımız için sonuna yetişmiştik. Biz gittiğimizde ise halka etli pilav ve ayran dağıtılıyordu. Trabzon belediyesi mi yoksa Akçaabat belediyesi mi kim gerçekleştiriyor bu organizasyonu bilmiyorum ama onları gerçekten tebrik ediyorum. Hem binlerce insanı belediye otobüsleri ile şehir merkezinden yaylaya getirip götürülmesi, hem yiyecek-içecek dağıtılması hem de güzel hocalar ve gruplar ile böyle bir organizasyon yapılması çok güzel ve iyi düşünülmüş.
Haçkalı Hocanın adını alan camiinin bahçesinde yapılan törenlerden/dualardan sonra çıkışta yöresel ürünler ve meyve sebzeler bulabileceğiniz alanı gezebilirsiniz. Ben nasıl olur da mısır unu almayı unuturum onu düşünüyorum bu fotorafı her gördüğümde:)
Haçka yaylasını gezdikten sonra orada yalnızca bir tane olan bakkala hemen sorduk:) Bu kadar tırmandık, yakınlarda birkaç yayla daha varmış hangisine gidelim? Bize iki yayla ismi söyledi. Biri "Kadırga Yaylası" diğeri ise "Kayabaşı Yaylası". Ben adını çok duyduğum için Kadırga yaylasının yolunu sordum ancak bize orada elektrik/su/wc bulmakta zorlanacağımızı, yalnızca üstü açık bir camiinin olduğunu, Kayabaşı yaylasının daha güzel olduğunu söyleyince kararımı değiştirdim tabii. Yine de merak ettiğim için sonradan Kadırga Yaylası fotoğraflarını buldum, sizlere de göstereyim:)
Biz bakkalın tavsiyesine uyup "Kayabaşı Yaylası"na devam ettik. Sonradan iyiki de öyle yapmışız dedik.
Kayabaşı Yaylası'na kelimenin tam anlamıyla hayran kaldık ve doyamadık. Biz oraya gittiğimizde saat 16'ya geliyordu ve daha 1 saat oturmuştuk ki bulutlar bize doğru yaklaşmaya, hava iyice soğumaya başladı. Normalde güneşin batışına kadar orada otururuz, kurduğumuz hamakta manzarayı izlemenin keyfini çıkarırız diye düşünmüştük. Ama saat 17:30dan sonra kendimi artık marketlerin şarküteri reyonunda gibi hissetmeye başlayınca ve bulutlardan dolayı görüş seviyemiz azalınca dönüş yolumuzu düşünerek mecburen ayrıldık bu güzel yerden. Ama bir daha yolum düşerse kesin gideceğim yerlerden biri de "Kayabaşı Yaylası".
Yine manzarası güzel ama yorucu dağ yollarından merkeze inip konaklayacak bir yer arayarak böylece bir günü daha bitirmiştik.
5.güne yine Trabzon'u gezme planlarıyla uyandık. Bugün ki planımız Sümela Manastırı ve Uzungöl'ü gezmekti.Önce daha yakın olan Maçka civarındaki Sümela Manastırı'na gitmeye karar verdik. Bu arada bir rivayete göre; bir gün önce gittiğimiz Haçka ile bugün gideceğimiz Maçka iki Rum kardeşin adıymış. Biri o tepede, biri bu tepede yaşarmış. Sanırım Maçka daha güzel olan tepeyi kapmış ama:)
Yola çıktık ama önce kahvaltı yapmalıydık. Biz ki her daim hazırlıklı, arabamızın arkasında sürekli olarak tabureler, hasır, kilim, hamak ve hatta mangal geziren bir çift olarak termosda çayımız olmaz mı?:) Bu güzel doğa varken merkezde bir yere tıkılıp kalmak istemedik ve aldık kahvaltılık malzemelerimizi yanımıza, attık kendimizi doğanın bağrına:)
Kahvaltıdan sonra Sümela Manastırı'na yola devam ettik. Ama ne yol... Daha manastıra en az 5-6km varken başlamıştı araç trafiği. Bir de yollar dar olunca, gidiş geliş yönü sırayla birbirini beklemek zorunda kalınca manastıra yaklaşmamız bile neredeyse 1saati bulmuştur. Sonunda en tepeye çıktık, manastırın hizasına. Ama burada da parkeden araç yoğunluğundan bize arabamızı ileriye park edip manastıra 1km kadar yürümemiz gerektiği söylendi. O sıcakta... Biz de hemen geri döndük. Tepe nokta ile manastırın içinde yer aldığı milli parkın girişi arasında bir de yürüyüş yolu vardı. Sümela manastırına 640 metre kala ve yeşillikler arasında. Madem yürüyeceğiz ordan yürümeyi tercih ettik.
Sümela Manastırı'nın büyük bölümü tadilatta olduğu için ziyarete kapalıydı. Ancak gezebildiğimiz haliyle de daha güzel görseller sunulabilirmiş gibi geldi. Zamanında mutfak, kütüphane vs şeklinde kullanılmış odalar bomboştu. Haliyle birbirlerinin aynı gibi görünüyordu. O odaların ne amaçla kullanıldığını yalnızca kapı girişindeki tabelalardan anlıyorsunuz. Oysa zamana uygun bir kaç eşya ile ortamı yaşamamız ve daha etkileyici olması sağlanabilir miydi acaba?
Sümela Manastırı için eleştireceğim bir diğer konu da ücret... Manastırın içinde bulunduğu milli parka giriş için zaten 10TL ödüyorsunuz. Ardından Manastıra çıkıp içeri girmek için de kişi başı 15TL ödüyorsunuz. Bunlar bana fazla geldi açıkçası. En azından milli park girişinde ayrıca ücret alınması gereksizdi. Yine de eğer benim gibi İş Bankası Maximum kartınız varsa Müze Kart gibi kullanıp manastıra ücretsiz girebilirsiniz.
Sümela Manastırı için ayırdığımız süre kalabalıktan ve trafikten dolayı neredeyse iki katını aştı. Böyle olunca Uzungöl'ü gündüz gözüyle görme ihtimalimiz de düştü. Biz yine de Uzungöl yoluna doğru devam edip konaklayacak yer aramaya, ertesi gün sabah erkenden Uzungöl ile geziye başlamaya karar verdik.
5.günü Uzungöl çevresindeki otellerden birinde kalarak bitirmeyi düşünmüştük. Ancak Uzungöl'e girdiğimizde gördük ki adım attığımız her yerde Araplar vardı ve otellerde pansiyonlarda yer yoktu. Yer bulabildiğimiz 1-2 otel ise yalnızca 1 gecelik konaklama için 500-600TL gibi bir ücret isteyince araba da uyumaya karar verdik. Zaten biz Uzungöl'e girdiğimizde akşam olmuştu. Biraz gezinip yemek yedikten sonra gece yarısına yaklaşan saate bakarak 6-7 saat arabada kalmanın daha mantıklı olduğunu düşündük. Bizim gibi düşünen birkaç araç daha vardı demek ki sabaha kadar göl karşısında 4-5 araba vardı.
Uzungöl
Sabahın İlk Işıkları
Güne bu manzarayla başladık. Arabayı park edip uyuduğumuz yer tam da burasıydı. Önce tam karşımızdaki camiiden saat 4 civarı sabah ezanı sesi... Ardından tekrar uyandığımızda yavaş yavaş aydınlanan göl ve çevresi ile bizi karşılayan bu manzara... Arabada uyumanın bile çok daha güzel ve keyifli hale gelebileceğini gösterdi bize:)
Güzel, güneşli bir güne uyandık Uzungöl'de. Tabii önce kahvaltı yapmalıydı. Ardından yine kaldığımız yerden gezmeye devam... Önce Uzungöl'e karışan Haldizen Deresini ve derenin bulunduğu Haldizen Vadisini gezdik. Ancak malum Karadeniz hemen yağmur yağıp tekrar hava açabiliyor. Yeni yağmur yağdığından dereye karışan topraklar nedeniyle normalde masmavi olan dere bu kez kahverengiydi.
Haldizen Deresi
Haldizen Vadisi
Haldizen Vadisi epey uzun bir yolla devam ediyor ve yemyeşil. Sabah uyanıp orada yürüyüş yapan pek çok insan var. Temiz hava, bol oksijen, derenin sesi ile karışan kuş sesleri... Anlatılmaz yaşanır denecek cinsten.
Uzungöl'ü görünce gerçekten insanoğlu olarak doğayı nasıl tahrip ediyoruz ve gün geliyor nasıl yok ediyoruz bunu gördüm. Gittiğimde muhteşem bir manzara ve gölde/çevresinde gezinen hayvanları göreceğimi umarken bol bol otel, pansiyon, restaurant görmek ve sanki göl çevresinde değil de bir hediyelik eşyacılar hanında yürüdüğümü hissetmek üzdü beni. İnsanlar herşeyi para kapısı olarak gördüğünden şu güzelim gölü/vadiyi bile istila etmişler. Özellikle adım attığınız her yerde rastladığınız arap turistlere yönelik açılmış dükkanlar, büyük büyük oteller buraya yapılmış haksızlık bence. Ama yapacak birşey yok, arz-talep meselesi. Bizim gibi "yer yoksa çadırda yatarız, arabada uyuruz ama önemli olan şu manzaranın tadını çıkarmak." diyemeyip illa ki lüks otel ve restaurant beklentisinde olanlar yüzünden bu hale gelmiş burası.
Yine de manzara çok güzel
Rize
Sabah Uzungöl gezisinin ardından Rize'ye doğru yola koyuluyoruz. Ancak amacımız Rize merkeze değil Dernekpazarı-Of yolundan sonra Rize il sınırına girmek, İyidere ve Kalkandere'yi takip edip İkizdere'ye gitmek... Ne var bu İkizdere'de? diyecek olursanız: Dünya'da eşi benzeri olmayan balın üretildiği, yalnızca oraya özgü çiçeklerin bitkilerin yetiştiği Anzer Yaylası...
Yaylaya gidiş yolu böyle yemyeşildi.
Ancak belirli bir yerden sonra asfalt yol bitti ve böyle bir yoldan zor da olsa devam ettik.
Anzer Yaylası aşağı Anzer yaylası (Çiçekli Köyü) ve Yukarı Anzer Yaylası (Ballıköy) olarak iki köyden oluşuyormuş. Gördüğünüz gibi biz Çiçekli Köyü'ne gitmiştik.
Çocukken çizdiğimiz manzara resimlerine benzemiyor mu?
O kadar yüksekte kurulmuş ki köy,
zaman zaman bulutların geçişi sırasında bu görüntü oluşuyor.
2000m'den fazla yüksekliği olan yaylada, yüksek tepelere konmuş arı kovanları:)
Böyle bulutlar arasında ve türüne yalnız Anzer Yaylası'nda rastlanan bitkilerden öz toplayan arıların yaptığı Anzer Balının kg fiyatı ise 1300 TL'yi bulabiliyormuş.
Anzer Yaylasını da gezip tekrar aşağıya İkizdere'ye indik.Biz yaylaya çıkarken aşağıda sağanak yağmur vardı. Yukarılara çıktıkça yağış azaldı ve yaylada her yer kupkuruydu. Ee nasıl yağış olsun, bulutların üstüne çıkmıştık gerçi:) Aynı şekilde yayladan indiğimizde de aşağısı (yani ilçe merkezi) hafif yağışlıydı. Kapalı-yağışlı havaları sevmeyen biri olarak yayların bu yönünü de çok sevdim:)
İkizdere'ye indiğimizde konaklayacak yer arayarak 6.günü de bitirmiş olduk.
7.GÜN
Rize
Yeni güne İkizdere de uyanıp burada güzel bir kahvaltının ardından yola koyulduk. Bugün amacımız Rize merkezi ve ardından Çamlıhemşin'i gezmekti. Rize merkeze geldiğimizde burada gezilebilecek yerleri esnafa sorduk. Onlara kalsa oralarda gezilecek bir yer yok. Hatta Trabzon, Rize, Artvin nerede sorduysak genel cevap buydu. Karadeniz halkı alışkın tabi sürekli yemyeşil dağları görmeye, şelale kenarlarında oturmaya. Sorduğunuzda onlara gayet sıradan geldiği için gezecek yerlerden saymıyorlar bile bizim hasretle görmek istediğimiz yerleri. Bu yüzden bizim duyup ulaşımın nasıl olacağını bilmediğimiz yayla, şelale, orman vb yerleri sorduğumuz en az 4-5 farklı kişinin ortak tepkisi "Ne edeceğsunuz ha orda." olmuştu :) Rize merkezde de aynı şekilde gezilecek yer sorduğumuz bir kişi bize sağ tepeyi göstererek "Ha orda Ziraat, çay içeysunuz." soldaki tepeyi göstererek "Ha orda da kale, çıkay bakaysunuz." dedi. Hangisi daha güzel, zaman kısıtlı deyince de kaleye yönlendirdi bizi. Evet, Rize Kalesi güzeldi ve tepeden tüm Rize'yi izliyorduk amma velakin çok sonra öğrendik ki o amcanın Ziraat diye bahsettiği ve sadece tepede çay içersiniz dediği yer aslında "Rize Botanik Bahçesi" imiş. İstanbul'da araştırma yaparken çok denk gelmiş ve gidilecek yerler arasına yazmıştım. Ama yazdığım kağıda bakmayıp aklımdan da çıkarınca oraya gitmek kısmet olmadı böylece. Yine de Rize Kalesi ve oradan Rize'yi izlemek güzeldi.
Rize Kalesi'nden Rize Manzarası
Rize Kalesi içerinde bulunan cafede isterseniz manzaraya karşı çay içebilir, isterseniz yemek yiyebilirsiniz. Muhakkak Rize merkezde gezilecek çok daha fazla yer vardı ancak bir Çamlıhemşini bir an önce görme, Ayder yaylasında havanın ve manzaranın tadını daha çok çıkarma düşüncesiyle merkezde yalnızca kaleye gidip ayrıldık oradan. Şimdi ki istikametimiz Çamlıhemşin...
Biz Çamlıhemşinde gezilecekler/yapılacaklar listesine Fırtına Deresi ve rafting, Ayder Yaylası ve Zilkale'yi yazmıştık. Çamlıhemşin yolunda Fırtına Deresi çıkınca karşımıza şaşırdım açıkçası. Ben daha ulaşılamaz, dağ tepe bir yerden akan bir dere sanmıştım:) Dereyle birlikte gördüğümüz-karşımıza çıkan ilk rafting firması önünde durduk. Eşim gayet isteksiz, ayakları geri geri giderek bilgi aldı raftingle ilgili. Hiç bilmeyenler rafting yapamaz deselerdi sevinecekti eminim:) Ama onun beklediği bir cevap gelmedi ve rafting için hazırlıkları yapmaya başladık. Bunun için benim gibi tesettürlüyseniz yanınızda mutlaka haşemanız bulunmalı. Çünkü Fırtına Deresinde ıslanacak ve hatta belki derede yüzmek isteyeceksiniz. Ancak tesettürlü değilseniz yada erkekler için de firma kendi tshirt ve şortlarından size temin ediyor zaten.
Rafting yapacağınız firma ve çalışanları da çok önemli. Biz bu konuda
Liva Rafting ve çalışanlarından çok memnun ayrıldık. Ortaklarından Mustafa bey bizim ilk kez Karadeniz'e-Rize'ye geldiğimizi ve ilk kez rafting yapacağımızı öğrenince jest olsun diye zipline hediye etti. Zipline ne diyecek olursanız? Biz de orada öğrendik ki; zipline yüksek bir yerden alçak bir yere çelik halata tırmanma kemeri/paraşüt kemeri ile bağlanarak kaymak anlamına geliyormuş. Bir iş güvenliği uzmanı olarak halatları ve makara sistemini inceledim ve epey soru sordum sağlamlıkları konusunda ve sağolsunlar bıkmadan cevapladılar tüm sorularımı. :)
Sonunda o kemere bağlanmış kurbanlık koyun gibi sıramızı bekliyorduk:)
Halat ile Fırtına Deresi üzerinden karşı kıyıya geçen,
Ardından daha sakin bir şekilde:) karşı kıyıdan geri dönen eşim...
Zipline sonrası sıra gelmişti raftinge. Eşim korku, ben heyecan dolu can yeleklerimizi, plastik deniz ayakkabılarımızı ve kaskımızı giyip küreklerimizi de aldığımızda hazırdık.
Ayrılmadan helallik tadında son bir poz:)
Bu arada resimdeki en soldaki arkadaşla orada tanıştık, bizim İstanbul plakayı görünce ben de İstanbul'dan geldim dedi, elindeki bisikletiyle. Evet, evet bisikletle 1000kmden fazla yol yapmış, Batum dahil yola devam edip geziyi öyle tamamlayacakmış. "Yola çıkalı 15 gün oldu, her şehirde konaklıyorum. Bazen kamp kurup çadırda kalıyorum." dedi. Biz arabayla bile yorulurken, bazı yerlerde araç bile çıkmakta zorlanırken yaylalara bile bisikletiyle çıktığını öğrenince de helal olsun dedik!
Rafting için hazır olduğumuzda bizi minibüsler ile bulunduğumuz noktadan yaklaşık 6-7km ileriye götürdüler. Parkur oradan başlayacak ve 45 dakika kadar sürecekmiş. Ancak biz parkurun başlangıç yerine ulaştığımızda yağmur başladığı için akıntı artabilir, dolayısıyla parkur daha kısa sürebilir diye uyarmıştı hocamız. Heeey hooop nidaları eşliğinde ilerledik fırtına deresinde. Hocamız heeey dedikten sonra biz hooop derken küreklere asılıyorduk. Hem yağmur çiseliyor, hem derenin akıntısından dolayı bottan sıçrayan sular çarpıyordu. Tahminimden daha eğlenceli ama daha da yorucuymuş meğer rafting. Bir ara hocamız "Yüzmek ister misiniz?" diye sordu. Zaten macerayı seven bisikletçi arkadaş düşünmeden atladı bile buz gibi suya. Biz de önce tereddüt edip sonra tekrar nerede buluruz Fırtına Deresini diyerek girdik:) Su çivi gibi soğuktu derler ya, o az kalır. Hayal edin, dağ sularının da karıştığı bir dere ve yağmur da yağmaya devam ediyor. Ama orada yüzmek gerçekten eğlenceliydi. Sonra hocamız bize akıntının nispeten daha az olduğu bir yer gösterdi. Kıyıdan yürüyerek orada kendimizi akıntıya bıraktık. Bir müddet akıntıda sürüklendikten sonra kıyıya doğru hızlıca kulaç attık. Hem heyecanlı, hem eğlenceli:) 2 yada 3 kez böyle kendimizi akıntıya bırakmıştık ki, son akıntıya bırakmamızda eşim dizini taşa çarpmış onun acısıyla iyi kulaç atamamıştı. Haliyle sürüklenmeye devam ediyordu. Ben panik oldum ve o gözümün önünde sürüklenirken o saniyeler içinde neler neler aklımdan geçirdim ama neyse ki bu durumlarda soğukkanlı olmak en iyisi. Tecrübeli ve soğukkanlı Şaban Hocamız eşime dinlenmesini, derenin en çok birkaç metre daha sürükleyeceğini sonra kıyıya yüzmesini söyledi. Eşim bota doğru geldiğinde de yüzme molasını bitirdi:) Ki aslında derenin en sakin yeri orasıymış, gerçekten de bir kaç metre sonra akıntının götürebileceği yer kalmıyormuş ama panik olunca düşünemiyor insan...
Fırtına Deresinde ayrıca bir de "Cehennem Çukuru" varmış. Yüksek kayalardan birden aşağı iniyorsunuz. O sırada botun ucu suyun dibine doğru, arkası ise yüksek kayadan dolayı havada gibi duruyor:) Tabii düşme korkusu, ıslanma, sürüklenme...
Bunun gibi bir görüntüydü bizim de Cehennem Çukurunda aldığımız hal :)
Kısacası rafting hem çok heyecanlı hem çok eğlenceli hem de çoook yorucu bir spormuş. Fırsat bulan herkese tavsiye ederim. Ne kadar ücretle bu sporun yapılabildiğini merak edenler olursa onu da söyleyeyim, ne istediysek kırmayan Mustafa bey ve Şaban hocamız sayesinde kişi başı 50TL'ye zipline ve rafting yapmış olduk.
Rafting sonrası istikametimiz Zilkale'ydi. Dağ tepesine kurulmuş bir geçmiş zaman kervansarayı diyebiliriz Zilkale için.
Dağlar arasında yapılmış bu kalenin tam olarak ne zaman yapıldığı bilinmese de bu kalenin tarihi ipek yolu üzerinde bulunduğu zamanın tüccarlarına dinlenmeleri için ev sahipliği yaptığı söyleniyor. Hatta kale içerisinde 3metreden oluşan çukurların yüklük olduğu düşünülmekte ve gelen kervanların önce kale girişinde ki bu yüklüklere yüklerini boşalttıkları sanılmaktaymış.
Zilkale'den Fırtına Deresinin bir kısmı...
Zilkale'nin manzarasına hayran olup, o tepesi bulutlardan görünmeyen dağların arasından akan dereye bakıp düşüncelere daldıktan, biraz da burada yaşayan insanları kıskandıktan sonra Ayder Yaylası'na gittik.
Ayder Yaylası da tertemiz havası, izlemeye doyulmayan manzarasıyla çok güzel bir yer. Ama burada da maalesef Uzungöl'de ki sorun var. Yine burada da her yerde Arap turistler ve onların ihtiyaçlarını karşılayacak kadar çok hediyelik eşyacı, restaurant ve otel vardı. Yine güzelim yaylanın o el değmemiş, kuş sesleri, sincap zıplamaları arasında oturabileceğiniz ortamını insanlar bozmuştu. Eminim çok çok eskiden, insanların bilip görmeye gelmediği dönemlerde daha güzeldir burası ama yine de gidip görmeye değecek kadar güzel.
Ayder Yaylası'nda yemek yiyebileceğiniz pek çok restaurant var. Biz yürüyüş yapıp nerede, ne yesek diye gezinirken tulum sesi çekti dikkatimizi. Hemen sesin geldiği yere doğru yöneldik. Yürüyüş yolunun altında çimenler arasında kalan "Bizum Mutfak"tan geliyordu ses. Biraz tulum dinledikten sonra yemeği de orada yemeye karar verdik. Kilolar halinde köfte ve tavuk satıyorlardı. Burada herkes nasıl daha çok para kazanırım derdindeyken onların porsiyon değil de kg olarak satması gerçekten takdir edilesi! Biz yine yarım kg köfte, salata, ayran için Akçaabatta ki gibi 30TL ödedik. Ama Bizum Mutfakda teyzenin yaptığı köfte Akçaabat köftesiyle yarışır hatta belki geçebilir, onu da söylemeden geçmeyeyim!:)
Ayder yaylasını da gezdikten sonra konaklamak için Artvin-Hopa'ya doğru yola koyulduk. Hopa girişinde bizi şu tabela karşılıyordu:
Hopa'yı gördüğüm ilk dönemeçten sapalı, anladım bende ki ruh ezelden Hopalı
Ee biz de o dönemeçten sapmıştık artık:)
Ertesi gün Artvin'i gezmeyi planlamıştık. Bu yüzden Hopa'ya gidip konaklayacak yer ayarlayarak bu günü de bitirmiş olduk.
8.GÜN
Artvin
Yeni güne Hopa öğretmen evinin bu manzarasıyla uyandık.
Öğretmen evi deyip geçmeyin, otellerden bir farkı yoktu. Yalnızca biraz eskiydi ama hizmet ve temizlik açısından bizden yeterli beğeniyi aldı. Ayrıca kahvaltısı da güzeldi. Bu yüzden Hopa'ya yolu düşüp kalacak uygun bir yer arayanlara tavsiye edebilirim.
Sabah kahvaltısını Hopa da yaptıktan sonra Borçka'ya doğru yola koyulduk. Hopa Borçka arasında farkettik ki Artvin Trabzondan da, Rizeden de daha yeşil. Yemyeşil dağları izleyerek devam ettik yola.
Sağ köşede gördüğünüz yerleşim yeri Hopa, hemen önünde de belli belirsiz görünen deniz...
Yol üstünde denk gelen bu akarsu bizi hemen cezbetti. Upuzun devam ediyordu ve epey derin gözüküyordu. Oranın halkına sorduk bu ırmağın adı ne? Ama sormamızla bilemediğimizden dolayı utanmamız bir oldu. Çoruh nehri o!:)
466 km uzunluğunda olan ve Batum'dan Karadeniz'e dökülen Çoruh Nehri Dünya'nın en hızlı akan ve en derin akarsuyuymuş. Bunları da öğrendikçe utancı artıyor insanın:)
Orada tepede çay budayan bir teyze var. Görebildiniz mi?
Borçka'ya doğru yolumuza devam ederken hemen hemen her tepede çayları gördük. Bizim bakarken bile başımızın döndüğü tepelerde insanlar çay buduyor yada biçiyordu. Kalabalık gördüğümüz bir gruba doğru bağırdım. "Kolay gelsiiiiiin, oraya nasıl gelebiliriiiz?" Anlamsız anlamsız birbirlerine baktılar. Ne diyor bu? anlamında. O kadar kalabalık görünce araç çıkıyordur elbet diye düşünmüştüm ama bana tırmanma yolu gösterdiler hareketlerle:) Haliyle yakından çay nasıl biçilir göremeden yolumuza devam ediyorduk ki...
Bir amca çay biçiyordu. Hemen yanına gittik. Nasıl çay biçilir anlatıp gösterdi bize. Biz de denedik ama zor işmiş. Çayın tek damlasını dahi dökmemeye, israf etmemeye karar verdik.
Biçilen çayları istifleyip fabrikanın kamyonunu bekledik:)
Çay fabrikası çayın kg'nı 1.3TL'den alıyormuş. Ama bize market raflarında kg'ı 13TLden bile satıyorlar. Düşünün ekip biçenin eline kalanla, fabrikaların eline geçen arasındaki farkı.
Borçka'ya bizim asıl gitme amacımız Yıldız Gölü diye bilinen etrafı yemyeşil ağaçlarla kaplı, fotoğraflarından görüp hayran kaldığımız yere gitmekti. Ancak kime sorduysak bilmiyordu Yıldız Gölü'nü. Her sorduğumuz bize "Karagöl"ü tarif ediyordu. Biz de gitmek istediğimiz Yıldız Gölü'nün dergide ki fotoğrafını gösterince anladık ki o dergi adını yanlış yazmıştı. Bizim aradığımız zaten Karagöl'dü.
Sonunda vardık 1430 m yükseklikteki ve etrafı dağlarla çevrili Karagöl'e
Milli park olduğu için giriş ücretliydi. Yanlış hatırlamıyorsam araç girişi 10TL. İçeride piknik yaparken oturabileceğiniz masalar ve mangal yapabileceğiniz alanlar mevcut. Ama tabii biz böyle bir yer olduğunu bilmediğimizden hazırlıklı gitmemiştik. Alışveriş yapılabilecek market, kasap vs de olmadığından, an yakın market o kadar virajı tırmandığımız tepeden çok çok aşağıda olduğundan sizin aklınızda olsun lazım olabilecek malzemeleri öncesinde almış olun.
Gölde ki balıkları beslemek çok eğlenceliydi
Karagöl'le ilgili hiçbir şey anlatmama gerek yok, fotoğraflar anlatıyor güzelliğini değil mi?
Karagöl çevresi yaklaşık 7 km kadarmış. İsterseniz gölün çevresinde yürüyebilir her açıdan gölü görebilirsiniz. Bizim göl çevresinde yürümek gibi bir niyetimiz yoktu. Arabadan kilimimizi, hamağımızı alıp hamak bağlayacak uygun bir yer aramaya başladık. Biraz ilerisi daha sakin, biraz daha devam edelim, şurası daha gölge derken bir baktık ki gölü çevresini yarılamışız zaten:) Artık oturulacak yer kalmayıp geri dönmek de istemeyince böylece elimizde eşyalar, gölün çevresini turlamış olduk. Gölün çevresi tam trekking yapmaya uygun, su üstünde yüzen kütüklerden, küçücük taşların üzerinden geçmek zorundasınız. Ayağınız kaydığı anda çamurun içindesiniz:) Hem buna dikkat edip yürürken hem de çevrenizde ki çiçekleri, bitkileri ve gölü izleyip kuş seslerini de dinliyorsunuz. Hem eğlenceli hem de gayet yorucu bir spor oldu bizim için.
Gölün çevresinde böyle yollardan yürüyorsunuz. Aman dikkat ayağınız kayarsa göldesiniz:)
Su birikintilerinin üstünde bu şekilde hep kütüklerle/dallarla geçiş yolları yapılmıştı.
Ki fotoğraftaki en rahat geçileni. Bir de suyun tam üstünde ve yontulmamış, yuvarlak kalmış olanlar vardı ki yürürken dönüyordu.
Bu otlar arasında yürümek korkutucuydu, ya yılan çıkarsa? diye düşünerek yürüdük.
Bu gördüğünüz de o yöreye has bir meyve olan "Likapa".
Böğürtlen gibi dallardan toplanıyor. Hafif mayhoş ama güzel bir tadı var. Ayrıca likapa reçeli de yapılıyormuş. Kg'ı 40TL'den satıyordu bir market.
Adını dağlara yazdım yarim, yarim... :)
Biz aslında o gün için planı şöyle yapmıştık; öğlene kadar Karagöl'ü gezip öğleden sonra Batum'a geçecek, akşam ise Batum'dan geri dönüp yine Hopa'da kalacaktık. Ama Karagöl'ü öyle beğendik ki ayrılmak istemedik. Ayrıca "Batum'a sabah erken gitmezseniz en az 2-3 saat kapıda giriş işlemleri için beklersiniz." diyenlerin de tavsiyesini dikkate alıp Batum'a ertesi gün gitmeye karar verdik.
Karagöl'ü gezip kurduğumuz hamakta manzarasını seyre doyduktan sonra Artvin merkeze gitmeye karar verdik. Akşam yemeğini de orada yer, hem şehir merkezini görmüş oluruz diye düşündük.
Artvin merkez umduğumuzdan çok daha küçüktü. Ayrıca Arhavi, Hopa gibi ilçeleri deniz kenarında olmasına rağmen şehir merkezinin tepe de, karanlık yollardan ve tünellerden geçilerek ulaşılan bir yerde olması ilginç geldi bize. Kısacası Artvin merkez bazı ilçelerinden daha küçük ve daha az ilgi çekiciydi. Yemek olarak Artvin'in nesi meşhur? diye sorduğumuz herkes ise aynı cevabı verdi: Yatık Döner. Gerçekten de merkezde ki sanıyorum tek ana cadde olan caddede pek çok "Yatık Döner" yapan lokanta/restaurant vardı. İçlerinden birini girip siparişimizi verdik. Anca bize getirilen ve yatık döner denilen, Erzurum Cağ Kebabının şişten çıkarılıp parçalanmış haliydi. Yakın olduğundan Erzurum'dan alınan bu lezzetin sadece şekli ve adı değiştirilmiş yani, ama yine de güzeldi. Fiyatını merak edenler için; porsiyonu 9TL'ydi.
Artvin de yenilen yemek ve yapılan kısa bir turdan sonra Hopa'ya geri dönüp 8.günümüzü de böylece noktalamış olduk.
9.GÜN
Gürcistan - Batum yada Georgia - Batumi
Yeni güne sabah çok erken başladık. Hatta sabahın ilk ışıklarıyla uyandık diyebilirim. Kararlıydık Batum'a sabah erkenden giriş yapacak, hiç kuyrukta zaman kaybetmeyecektik. Bu yüzden sabah saatin 05:30'unda düştük yollara. Saat tam 06:00'da Sarp Sınır Kapısındaydık. Önce Türkiye'den çıkış kapısından geçtik. Bizden kimliklerimizi ve araç ruhsatımızı istediler. Biliyorsunuz Gürcistan'a çıkış için pasaport yada vize gerekmiyor. Yalnızca TC Kimlik Numaranızın yazılı olduğu kimlik belgeniz yeterli. Bir de harç bedeli olarak kişi başı 15TL ödeyerek Gürcistan'a girişte kullanacağınız kağıdı alıyorsunuz. Aman dikkat! Bu kağıdı kaybederseniz 2-3 gün Gürcistan'dan çıkmak için uğraşabilirsiniz.
Türkiye'den çıkış kapısında yapılan kimlik ve araç ruhsatı kontrolünden sonra harç ücretiyle verilen kağıtlar ile Gürcistan kapısına devam ettik. Burada bir Gürcü polis arabaya yaklaşarak; "Bayan dişari, siz yaya" diye bir giriş kapısını işaret etti. Araba da yalnızca sürücü kalmalı diğer yolcular o kapıdan giriş yapmalıymış. Ben yaya olarak Gürcistan sınırını geçtiğimde eşim henüz giriş kapısından geçememişti, çünkü arabayı arıyorlardı. Söylediğine göre valizlerimizin içine bile bakmışlar. Ama işin ilginci benim üstümü arayan olmadı. Yani araba da getirilebilecek kaçak bir şey olabilir de kişilerin üstünde olamaz mı? İlginç...
Çıkınca ilk dikkatimi çeken saat oldu. Biz 06:00'da giriş yaptık sanarken oradaki saatler 07:00'yi gösteriyordu. Öğrenmiş olduk ki, Gürcistan da yerel saat bizden 1 saat ileriymiş.
Batum girişinde dikkatimi çeken ikinci nokta ise Casino tabelaları oldu. Anladığım kadarıyla çok fazla casino vardı bu şehirde. Bu arada buranın insanı başörtüsüne alışkın değil sanırım. Sınır kapısında işlemlerini halledip benim gibi araç bekleyen pek çok gürcü çok dikkatli ve şaşırarak bakıyordu bana. Benden başka Türkler de olmasına rağmen bana böylesine dikkatli bakmalarını başörtüsüne anlam verememelerine bağladım ama tabii emin olamam?
Giriş işlemlerimiz, arabamızın aranması vs herşey tamamdı. Eşimle buluştuk ve cebimizdeki Türk paralarının bir kısmını Gürcistan parasına yani Lari (Gel) 'ye çevirmemiz gerekiyordu. Giriş kapısının olduğu yerde pek çok döviz bürosu vardı ancak gitmeden önce yaptığım kısa bir araştırmada bunların şehir merkezindekilere göre değerinden daha düşük çevirdiklerini biliyordum. Bu yüzden şehir merkezine doğru ilerlemeye başladık.
Sınır kapısından şehir merkezine kadar böyle ağaçlar arasında bir yoldan ilerledik.
Şehir merkezini farkında olmadan geçip yolumuza devam etmişiz. Sandığımızdan daha küçük bir merkezle karşılaştığımızdan biz merkezin devam edeceğini sanarak düz yolumuzda gittik. Derken tırların yükleme/indirme yaptıkları limanı gördüğümüzde şehir merkezinden çıktığımızı anladık. Birine yol sorup şehir merkezini bulmak istedik. Gördüğümüz ilk iri burunlu, laza benzeyen:) abiye yol sorduk ama bize gürcüce cevap verince çok şaşırdık. Oysa ki ne kadar da Trabzonlu yada Rizeliye benziyordu. Az ileride birini daha gördük, evet bu kez bu abi kesin Türk'tü. Ama yine şaşırtıcı benzerlik bizi yanıltmıştı:)
Kaybolduğumuzu düşünmeye başladığımızda eşimden o bomba cümle geldi.
"Merak etme kaybolmayız, dümdüz geriye dönsek Artvin!"
Bu trajikomik durumdayken daha fazla ilerlemeyip ilk sokaktan içeri girdik. Karşımıza çıkan manzara fotoğraftaki gibiydi. Eski binalar ve binalar arasına gerilmiş iplere asılmış çamaşırlar. Bu haliyle okuduğum bloglarda ki pek çok insan Batum'u 80'ler Türkiyesine benzetmişler.
Ama böyle güzel evlerin olduğu geniş sokakları da vardı elbette
Biz bu sokaklardan geçeduralım, hala yol iz sorabileceğimiz kimseye rastlayamadık. Derken durup ne yapacağımızı düşündüğümüz bir sırada yanımıza bir gürcü taksici yanaştı. Çat pat türkçe biliyordu. Şehir merkezini sorduğumuzda bize tarif etmesini beklerken "5 Lari daa" diye cevap verdi! Taksici önden, biz arkadan gitmek suretiyle takip edip şehir merkezini bulabilmemiz için vermemizi istediği 5 Lari! Sanki hareketlerle yada çat pat bildiği türkçesiyle tarif edemiyor? Ama yabancı gördüler ya para kapısı sanıyorlar. O cümle sonundaki daa ise türkçeyi Karadeniz halkımızdan öğrenmelerinden kaynaklı :)
Bizi para kapısı olarak gören taksiciye teşekkür edip istemediğimizi söylediğimizde de bizi korkutmaya çalıştı. "Yanlış yere park ceza ooo 100-200 euro, ben götürecek yok ceza sadece 5 lari daa." diye ısrarlara devam etse de çare etmedi. Derken görünce acayip sevinmemize neden olan o Türk Lokantasını farkettik. Benim o an ki "Bak Yemek Evi yazıyor. Türkçe yazıyor." diyerek sadece tabelayı gördüğümde bile yaşadığım sevinç bir başkaydı:) Arabayı park edebileceğimiz uygun bir yer bulup hemen koştuk Türk Lokantasına.
Bu Türk Lokantasını Rizeli bir abi işletiyordu. Çocukları gelmişler önce Batum'a. Kendisi Rize'de bir lokanta işletirken çocukları babalarını da çağırmış yanlarına. Böylece bu lokanta açılmış. Ancak işler iyi olsa da gurbette olmaktan dolayı pişman olmuş abi. "Bu dükkanı devredebilsem dönmek istiyorum Rize'ye." diyor. Bir laf var ya hani "Bülbülü altın kafese koymuşlar, ah vatanım demiş." Burada yaşayan Türklerin durumu da öyle.
Hazır kahvaltı yapmamış olan biz bu abinin lokantasında bilgi alırken bir de bir şeyler yemek istedik. Kahvaltı tabağı da vardı ama biz çorba içmeyi tercih ettik. İki çorba 8 lariydi. Ama biz hala paramızı lari ye çevirmemiştik. Neyse ki lokantanın hemen yanında döviz bürosu varmış. Sınır kapısının oradaki döviz bürolarında 1 TL 0,70 GEL iken şehir merkezinde 0,78 GEL di. Biz de böylece 100 TL verip 78 Lari aldık. Yani Türkiye'nin parası Gürcistan'ın parasından daha değersiz maalesef.
İşte Lari ve Tetralarımız :)
Çorbalarımızı içip bu şehirle ilgili bilgi aldık lokanta sahibinden. Buranın polisleri çok fenaymış. Yabancı plaka gördüklerinde arka koltukta oturan kişinin bile kemer takmadığını bahane edip yüksek cezalar yazabiliyormuş. Tabii sonrası malum, rüşvet beklentisi... Ayrıca park cezaları da varmış. Örneğin bizim arabayı park ettiğimiz yer aylık kart alınan abonelik sistemi çalışan alanlardanmış. Bu yüzden bizi görseler polisler ceza yazardı belki ama abinin dediğine göre buranın polisleri 10:00'dan sonra işe başlıyormuş. Neyse ki saat henüz 08:00'di.
Son olarak gezilebilecek yerleri öğrenip abinin tavsiyelerini almak istedik. Gelmeden önce yaptığım araştırmalara göre ilk olarak Botanik Parkı sordum ama abi bize yaylalara gitmediniz mi? dedi. Alakasını anlamasakta Haçka, Kayabaşı, Anzer ve Ayder yaylalarına çıktığımızı öğrenince "Ohoo siz daha napıcaksınız Botanik Parkı? En güzel botanik bahçeleri bizim memlekette. Oraları gördükten sonra burayı beğenmezsiniz zaten, boşverin." dedi. Kısa bir gezi planıyla ayrıldık oradan.
İşte fotoğraflarla Batumi
Sahildeki dev dönme dolap
Dönme dolaba binip tepeden Batum sahilini izlemek ise 3 lari
Bu meydanda ki sokak lambaları çok hoşuma gitti
Her biri başka bir enstrüman çalan çocuk şeklinde ki sokak lambaları
Batumi Kulesi
188 m uzunluğunda ki şehrin en yüksek binasının tepesinde de dönme dolap var.
Bu Kulenin üstü Batum Üniversitesi altı ise otel olarak kullanılıyor.
İlginç değil mi? Kimiyukarı da dersteyken kimi aşağıda otelin casionusunda kumar oynuyor.
Batum'da çok ilginç mimari yapılar var. Cafeleri restaurantları bile buna örnek.
Bunlardan biri de ters ev diye de bilinen White Restaurant ; nam-ı diğer; Yiralama.
Solda Alfabe Kulesi, Ortada İzmir Saat Kulesine benzeyen Chacha Kulesi, Sağda dönme dolap
Teleferikle 2586 m yol alıp çıkılan 250 m yükseklikte ki Sputnik Tepesinden Batum Manzarası
Teleferik saat 11:00'den sonra başlıyor ve gidiş-dönüş bilet ücreti 3 lari
Ve Batum'un tezatlığı.
Sahil kesiminde lüks otel, casino ve gökdelenler varken iç kesimde sac tavanlı evlerden oluşan "Teneke Mahallesi"
Orta Camii
Batum'un tek camiisi olan Orta camiini yapım tarihi Komünizm döneminde tüm ibadethanelerin kapatılması ve arşivlerinin de yok edilmesinden dolayı tam olarak bilinmiyor. Ancak muhtemel yapım tarihi 1886 yılıymış.
Şu minberde ki işlemelere bakarmısınız!
Camiinin tüm kapı ve pencereleri de aynı şekilde ahşap oyma.
Biz gittiğimizde Cuma vakti yaklaştığından yavaş yavaş camii bahçesi ve içi dolmaya başladı.
Orta Camii çevresi tam bir Türk mahallesi gibi. Eğer zorluk çekmek istemez, hem bilgi almak hem Türk lokantalarında yemek yemek isterseniz bu camiinin çevresinde pek çok Türk lokantası var. Biz ülkeye giriş yapar yapmaz bu camiiyi aradık. Çevresinde çok fazla Türk olduğunu bildiğimizden gerekli bilgiyi almak ve kahvaltı yapmak için. Ancak gürcülerle anlaşmak zor olduğundan anlayamadılar. Kısmetimiz merkeze gelmeden sağda ki ev yemekleri yapan Türk Lokantasıymış.
Ha bir de sakin gürcülerle anlaşırken en azından çok basit ingilizce kelimeleri biliyorlardır sanmayın. Boşuna yorulursunuz kelimenin farklı hallerini söylemekler vs:) En güzeli hareketlerle gösterin, o zaman anlıyorlar. Biz camiiyi ararken istediğimiz kişiye mosque diyelim muslim diyelim anlamadılar. En son bir kişiye sorarken eşimin ellerini kulaklarına götürmesi yeterli oldu ve nihayet tarzanca anlaşma sonucu bulduk camiiyi :)
Trafik!!! Batum da trafik tam bir kaos! Hiçbir kural yok, bir tabela yok, ışık yok ama ceza çok! Bu ne çelişki... Şehir merkezine inan bir meydan düşünün. Ortasında göbek var ve 4 yol ağzı ve her bir yolun gelişli gidişli olduğunu düşünürseniz 8 yolun kesiştiği bir nokta. Ama burada hiçbir trafik ışığı yada levhası yok! Kim önce geçebilirse geçiyor, geçiş önceliği diye birşey de yok. Oradan geçerken ki birkaç saniye ne kadar uzun geldi bize bilemezsiniz. Ki sadece burası değil, Batum'un pek çok yeri böyle olduğundan araç kullanmak zordu.
Son bir not: Türk'ün Türk'ten başka dostu olmaz derler ama burada siz ona da pek güvenmeyin! Yurtdışına çıktığın anda turistsin ve para kapısısın mantığı bazı Türklerde de vardı maalesef. Örneğin, arabayı park ettiğimiz altı üniversite üstü otel olan binanın yanında küçük bir Türk büfesi vardı. Sahibine Ters bina yani White Restaurant'ı sorduk. Hemen "5 Lari verin bizim eleman sizin arabaya binip tarif etsin." dedi. Eee iyi de o tarif orada edilmiyor mu? Çok şaşırdım ve sinirlendim bu hareketine! Yine de teşekkür edip ayrıldık ve gidip yoldan geçen gürcülere sorduk tarzanca olarak. İnanın daha güzel tarif ettiler!
Batum turumuz bence kısa ama öz bir şekilde bitti. Aklımız sürekli Batum polisinde ve başıa birşey gelir mi diye düşündüğümüz arabamızda olunca, akşama da Samsun'da olmamız gerekince öğleden sonra 14 gibi ayrılmaya karar verdik Batum'dan. Siz de birgün Batum'a giderseniz teleferikle kuşbakışı Batum turu yapmayı, dönmedolaba binmeyi, Orta Camii'yi ziyaret etmeyi, sahilde tur atmayı, Nurigeli gölü çevresinde oturup manzarayı izlemeyi ve biz gitmesek de güzelliğinden bahsedilen Botanik Park'a gitmeyi unutmayın. Ha bir de araçla gittiyseniz mutlaka benzin alın.
Benzin fiyatları gördüğünüzde sizi şaşırtacak. Biz gittiğimizde benzinin litre fiyatı 2,25 GEL civarıydı. 2,25 lari de yaklaşık 2,88 TL yapar. Evet evet kurşunsuz benzinin litre fiyatı 2,88 TL! Zaten ülkeye giriş yapan tırların kamyonların pek çoğu da Artvinden Rizeden gelip yalnızca benzin alıp çıkış yapıyorlar. Biz de Batum içerisindeki Türk esnaftan hangi petrol istasyonu daha güvenilir olduğunu öğrendik. Onların da önerdiği gibi giriş kapısından merkeze giderken solda kalan SOCAR petrolde pek çok Türk plakalı tır, kamyon ve otomobil vardı. Çıkış yapmadan Socar petrolde depoyu fulledik. Türkiyede 200TL civarı tutacak kadar aldığımız benzin için Batumda 110TL ödedik. Tabii bunu TL olarak ödemedik. Petrolün hemen çevresinde bulunan döviz bürolarında paranızı çevirerek yada isterseniz bizim yaptığımız gibi komisyonsuz, farksız kredi kartınızla ödeme yapabilirsiniz. Biz kredi kartıyla ödedik ve TR'ye geldiğimizde gelen ekstrede tutarın dolar olarak hesaba yansıtıldığını gördük. Bir dolar hesabınız yoksa bu borcu internet bankacılığı yada atmden yatıramazsınız. Banka şubesinden doları günlük kurla çevirtip ödeyebilirsiniz ama ben dönüşte bankaya gidemem derseniz orada paranızı çevirtmeniz en mantıklısı olacaktır.
Batum da çıkış işlemleri için Türkiye saatine göre 15:00te kapıdaydık. Ancak girişteki gibi öyle 10 dakika sürmedi maalesef. Tam 1 saatte ancak çıkabildik. Ama çıkınca gördüğümüz manzara halimize şükrettirdi
Giriş için yaklaşık 2 km'yi bulan bir araç kuyruğu!
Bir gün önce Borçka'da bize öğlen saatlerinde giderseniz en az 2-3 saat sıra beklersiniz. Yarın sabah erken gidin diye tavsiye veren kişiye dualar ettik:)
Bizi geren trafiği, İngilizce bilen bir kişi bile bulamadığımız için anlaşamadığımız insanları, sürekli kazıklama-para koparma derdinde olan gürcü taksicileri/esnafı nedeniyle dönüşte son ses "Mustafa Yıldızdoğan-Türkiyem" şarkısını dinleyerek döndük:) İlle de vatanım, ille de vatanım!
16:00da çıkabildiğimiz Batum'dan sonra hedefimiz gece konaklayacağımız, dönüş yolumuzun ara durağı Samsun'a varmak. Yol uzun; 530 km. Biz yorgun, sabah 05:00te kalkıp 6'dan 15'e kadar gezmişiz. Haliyle molalar vererek de olsa 22de zar zor varıp Samsun'a konaklayacağımız yere tabir-i caizse kendimizi atıp sonlandırıyoruz bugünü de...
10.GÜN
Samsun
Gezimizin bitiyor olmasının, son günün hüznüyle yeni güne Samsun-Çarşamba'da uyandık. Bir önceki gece amacımız Samsun merkeze varmak olsa da, yorgunluktan daha fazla dayanamayıp öğretmen evi olduğunu öğrendiğimiz Çarşamba'ya kırdık direksiyonu. İyi ki de öyle yapmışız yoksa bir yarım saat daha o yol çekilmezmiş.
Çarşamba'da "Yeşilırmak" kenarında yaptık kahvaltımızı.
Yeşilırmak
Biz oradayken bir çift de düğün çekimi için gelmişti. Çarşambalıysanız gerçekten düğün fotoğraflarınızın olabileceği en güzel yer burasıdır herhalde.
Çarşamba küçük bir ilçeye göre gayet gelişmiş, aradığınız herşeyi bulabileceğiniz bir yer. Bu yönüyle beğendim. Bunun dışında çok sakin, huzurlu...
Çarşamba'da kahvaltıdan sonra Samsun merkeze devam ettik. Samsun'da Bandırma Vapuru ilk durağımızdı.
19 Mayıs 1919'da kullanılan vapurun bir temsili
Bandırma Vapuru Müzesine giriş ücreti tam 1TL, öğrenci 50kuruş.
Biz Bandırma Vapurundayken yan taraftaki su kayağı merkezi dikkatimizi çekti. Buradan sonra hemen oraya gittik, bilgi almaya. Burada makara sistemiyle iplerin ucunda tutunma tahtaları bulunan, ayağına kayağını giyenin o ipe tutunarak tam tur atıp kaydığı bir sistem kurulmuş. Belediyeye ait olduğundan oldukça makul fiyatla, kişi başı 20TL ile 15-20dakika eğitim sonrası 1saat parkurda kayabilirsiniz. Biz gidip ismimizi yazdırdık ancak yoğunluk olduğundan 2saat sonra gelmemizi söylediler. Biz de o sürede Amisos Tepesine çıkmaya karar verdik.
Amisos Tepesi'ne bir teleferikle çıkıyorsunuz. Teleferik için gidiş geliş ayrı biletler alınıyor ve bilet fiyatı 2,5 TL.
Amisos Tepesinden Samsun Manzarası
Samsun'a yerleşim geçmişi MÖ.60000 yılına dek uzanıp Samsun'a yerleşen ilk topluluk "Kaşkalar"mış. Kaşkaların ardından Hitit ve Amazon dönemlerini yaşayan Samsun'a "Amazon Yurdu" anlamına gelen "Amisos" adı verilmiş.
Amisos Tepesinde ayrıca tümülüs mezarları da gezebilirsiniz. Tepede bulunan cafe/restauranlarda Samsun manzarasında bişeyler yiyip içebilirsiniz. Biz bu tepe gezisinden sonra tekrar aşağıya inip Su Kayağı Merkezine gittik. Sıra bize gelmek üzereydi... Gidip giyinip hazırlandık.
Hazırıııız
Başlıyoruuuz
Kaç kez düştüm hiç bilmiyorum. Yalnızca 1 kez tam tur atabildim düşünün.
Eşim benden daha iyiydi ve tam 2 kez tam tur attı!:)
Anladım ki su kayağı bana göre bir spor değil. İpin çekiş kuvvetine kollarım dayanamıyordu, bu yüzden ya ipi bırakmak zorunda kaldım yada düştüm. Ayrıca bence gayet tehlikeli de... Kaymaya başlamadan önceki 15-20 dakika da sizi eğitiyorlar. Daha kolay dümdüz bir parkurda 4-5 kez kaymanızı sağlıyorlar ve ne yapmanız gerektiğinizle ilgili telkinlerde bulunup öyle ana parkura alıyorlar. Yalnız herkes bu telkinleri dinlemiyor!
Mesela tek tam tur attığım sırada son dönemeçte açıyı ayarlayamayıp düştüm. Benim hemen arkamda eşim vardı ve bana çarpmamak için ipi bırakıp o da hemen arkamda düştü. Biz düşmüşken arkamızdan gelen insan! ipi bırakmadı. Biz yüzerek kaçmaya çalışsak da o kadar hızlı yüzmemiz mümkün değildi. Kafamızda kask vardı ama o hızla çarpan bir kayak tahtası boyundan darbeyle öldürebilirdi bile. Eşime yüzmesi için bağırdım, kendim de var gücümle kenara kaçarken. Ama kayak artık gelmişti ve eşime sadece 1 karış mesafe yakınlıktan geçti!!! Bana doğru gelirken yapabileceğim tek şey kafamı suya gömmek oldu. Hiç olmazsa çarparsa suyla darbeyi azaltabilirim diye düşündüm. Neyse ki düşmemek uğruna ipi bırakmayan insan!!! benim de 1 karış uzaklığımdan geçip gitmiş. O korku yetti, hemen çıkıp gitmeye karar verdik. Kıyıya kadar yüzüp dinlenirken hoca geldi. Onların mekanizmasına göre arkamızdan gelip ipi bırakmayan adamın ipini makaradan atabilirler, haliyle adamı durdurabilirlerdi. Neden öyle yapmadıklarını, az daha çarpacak olduğunu anlattık. Cevap hiç de ikna edici değildi; bu zamana kadar burada hiç kaza olmadı. Bir iş güvenliği uzmanı olarak bu cümleyi çok duymuştum nasılsa! Sanki daha önce kaza olmadığı, olmayacağı anlamına geliyor! Bence belediyenin iş güvenliği uzmanı varsa acilen burayı kontrol etmeli. En azından iplerin mesafeleri biraz daha arttırılmalı ki, düşen kişiye kenara yüzecek zaman kalsın.
Böyle güzel başlayan ama heyecanlı ve korku dolu şekilde biten bir su kayağı macerasından sonra uzuuun İstanbul yoluna çıkmaya karar verdik. Ancak su kayağında ki iplerin çekip durduğu kollarımızın ağrısından bu yolculuk zor geçecek gibi duruyordu.
Ara ara molalar versek de asıl mola yerimiz Çorum-Osmancık oldu. Neden burası? Çünkü burası "Sırık Kebabı" ile meşhur!
Çorum - Osmancık
Samsun'dan yaklaşık 2 buçuk yada 3 saat kadar sonra Osmancık'taydık. Yine esnafa sorduk, neresi daha güzeldir diye. Esnafın ortak tavsiyesi "
Davetsiz Misafir" programına da çıkmış olan Adem Usta'nın Yeri.
Sırığa geçirilip ateşte döndürülerek pişirilmiş kuzular
Bu da önümüze gelmiş, fotoğraf çekmek için bile beklemeye dayanılamayacak hali:)
Yolunuz düşerse mutlaka gidin Osmancık'ta Sırık Kebabı yiyin derim. Hem dönerken Çorum leblebinizi ve Osmancık pirincinizi de alıp dönersiniz.
Sırık Kebabı kg işi satılıyordu. Yanılmıyorsam kg'ı 60TL'ydi. Biz buna salata ve ayranı da dahil ettirip böyle yarım kg luk sırık kebabı, salata ve ayran için 30TL ödedik. Kim bilir bir daha ne zaman yolumuz düşer de geliriz diye hayıflanarak ayrıldık oradan. Böylece Karadeniz turumuz da artık önümüzdeki uzuuun İstanbul yoluyla son buldu.
Yazması uzun, okuması uzun ama gezmesi kısacık gelen bu gezinin tekrarı yine nasip olur inşallah. Biz gerçekten bayıldık Karadeniz'e. Özellikle Trabzon, Rize ve Artvin'e. Aklımız, kalbimiz orada kaldı ve hatta Rize'ye tayin istemek bile geçiyor zaman zaman aklımızdan. Oralar öylesine yeşil, öylesine mavi, öylesine güzelken bizim İstanbul'da taşların, güneş ışıklarına bile engel olacak kadar yüksek binaların arasında yaşadığımızı sanmamız haksızlık!
Umarım aklında böyle bir Karadeniz gezisi fikri olup da erteleyenleri tetikler, aklında olmayanların da aklına düşürür bu yazı. Gezdikçe, gördükçe, hayran kaldıkça bizi anın :)